12 Kasım 2014 Çarşamba

Çocuk kandırır gibi



Hepimiz kandırılıyoruz ama bazılarımız inatla ve ömür boyu kandırılabiliyoruz. Ben onlardanım.

Buna kanaat getirdikten sonra önümde iki seçenek vardı, ya kendimi yenileyecek ve evrimin gidişatına uyum sağlayacaktım ya da kendimden taviz vermeden ağızdan çıkan sözlere gereğinden fazla değer vermeyecektim. Ya ben de onlar gibi güçlü olacak ve ufak tefek yalanları hayatın gerçekleri sayacaktım ya da her seferinde kendime bir daha inanmayacağıma, bunun son olduğuna, temkinli olacağıma dair verdiğim sözleri derhal uygulamaya koyacaktım. 

Çocukken inandığım en korkunç yalan dayımın eşinin elindeki kepçeyi bize 'beyin oyacağı' diye tanıtmasıydı. Evet, tahmin edeceğiniz gibi beyin oyacağı yaramaz çocukların beynini oymaya yarıyordu. Tabii, çorba ya da sulu yemek çocukların yemek için sabırsızlanıp başında beklediği yiyeceklerden olmadığından bizim kepçeyi gerçek işlevini icra ederken görmedik, inandık, o bir beyin oyacağıydı. 

Bu saflık hali, söyleneni söylediği gibi anlama hali, söyleneni mutlak gerçek yerine koyma hali çocuklukla kalsa iyi, fakat ileriki yaşlarda da devam ettiğine göre bizim gibilerde bir terslik (ya da bir doğruluk) olmalı. Yalnız değilim biliyorum. Biz, bir güruh, söylenen herşeye inanan, sonra pişman olan, sonra bir daha inanan, kendi içinde bitmez tükenmez 'salağım-değilim' tartışmalarına giren, hatta kimin doğru söylediğini anlamak için papatya falı bakan biz, kendimizdeki tersliğin ne olduğunu bilmiyoruz, zaman zaman salak olduğumuzu düşünüyoruz biliyorum.

Çocuk kandırır gibi kandırıyorlar bizi, çünkü biz hala bir parça çocuğuz. İtiraf edin, hepimiz çocuklarla oynamaya bayılıyoruz, çizgi film izlemeye bayılıyoruz, bir sabah işe giderken promosyon ajanslarından birinin yola koyduğu kocaman reklam robotunu görünce 'Voltran gördüm oleeey' diye bütün gün neşelenmeye  bayılıyoruz.

Biz hala iş arkadaşlarımızla, takım ruhunun övülüp övülüp göklere çıkarıldığı gökdelenlerde Voltran'ı oluşturacağımızı sanırken, Voltran'ın sağ kolunun sol koluna kazık attığı, kafanın İskeletor'a dönüşüp kopup kendi başına hareket ettiği ortamları kabullenmekte zorlanızoruz. Çünkü arka planımızda Orko hala 'paylaşmanın ve arkadaşlığın' meziyetlerini anlatıyor.


Bizler her seferinde 'Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş.' atasözünü ilkokul kompozisyonlarından çıkarıp, söyleyenin bir bildiği varmış diye canımız yana yana üfleme provaları yapıyoruz. 

Dünya bizim elma şekerimizdi, artık büyümüştük, yemeğimizi yedikten sonra hakettiğimiz elma şekerlerimizin tadı hala damağımızdaydı, belki bundandır avuçlarımıza konulan her acı kırmızı biberi elma şekeri diye yutmaya hazır oluşumuz.

Kendi adıma uyanık olmaya harcadığım enerjiyi toplayabilmek için günde 10 saat uyumam gerekiyor, ince hesaplara benim de kafam çalışsın diye kafamı önümde duran ama görmediğim kalın duvarlara çarpıyorum.

Kandırmak ve kandırılmak yeteneği evrim sürecine dahil birşey bence. Ya da direk iyi ya da kötü şeklinde yaratılmışlar var da diyebilirsiniz. İnsan sütten bunca ağzı yanmasına, yoğurdu üflemesine ve aldığı tüm tedbirlere rağmen kandırılmaya devam ediyorsa, ya evrim kandıran genine bir güzellik yapmıştır ya da kandırılanın sözlerle büyülü bir bağı vardır, artık kimsenin sözlere, sözcüklere ihanetle açtığı yarayı değil, kaleminin ağrısını dinlemelidir.

Ağzımızı yaktıkları sütleri içmemeye yemin etmiştik.
Derken buzlu yoğurdu icat ettiler!


2 Kasım 2014 Pazar

Nevresim takımları



Herkesin, bilmediği bir sebeple sevdiği, diğerlerinden ayrı tuttuğu üç beş nesne vardır, benimki nevresim takımları. 

Annem çocukken uykuya doyamadığımı düşünür. İlkokula kendi isteğimle erken başladığım, birinci sınıfta öğrenecek hiçbirşeyim olmadığının anlaşılması üzerine okula başladıktan bir hafta sonra ikinci sınıfa aktarılmam ve ikinci sınıfların sabahçı olması, zar zor uyanıp okula gitmem annemin hala geçmişe dair elinde olsa değiştirmek isteyecekleri listesindedir. 

Oysa benim uykuyla ilgili platonik aşk ilişkim çok sonraları başladı. Günde iki sınavın denk geldiği vize ve final dönemlerim, 'öğrenciler nasılsa çözer' diye tahmin edilerek verilen ödevler, laboratuar raporları ve her öğrencinin olmazsa olmazı sabahlamalar. Sabaha kadar 'olur da sınavda çıkarsa' diye çalışılmadık satır arası bırakmamak için kendini hırpalamalar. Tezler, çalışmalar, yayınlar...

Uykusuz geçeceğini bildiğim bir geceye yürürken bir çeyiz ve ev tekstili dükkanının önünde durmuşum, dükkanda kimse kalmamış. Kapalı dükkanın vitrininden içerideki nevresim takımlarını, yatak örtülerini seyre dalmışım. Farkında olmadan o dükkandan, bana ait olmayan bir hayatın dallı güllü ayrıntılarını, gece olunca yatağına gidip uyuyabilen o şanslı masal ülkesi insanlarının yastıklarını, yorganlarını rüyadaymışım gibi izlemişim. Rüyamda gece 12 olduğunu ve uyuduğumu görmüşüm. 

Hergün aynı saatte uyumaya gidebilmek, hergün aynı saatte başını yastığa koyabilmek nasıl birşey hayalini kurmuşum. Kendimi o yataklarda yayılıp uyurken düşünüp mutlu olmuşum. Sanki dersler, ödevler, sınavlar, tezler, notlar başka bir insanın sorumluluğuymuş ve ben o gece geceyarısından önce üzeri turuncu kocaman çiçek desenleriyle bezenmiş açık yeşil nevresim takımlı yorganıma sarılıp uyumuş olacakmışım.

O günlerden kalma bir takıntıdır bende nevresim takımları. Uykuyu, sade bir hayatı, güzel bir rüyayı, sadece sabah içilen kahveleri hatırlatırlar, güneşin gözünü ağrıtarak sona eren kısacık uykuların ve asık suratlı sabahların olduğu evrenin tersidir o rengarenk üç beş metre kumaş.

Özellikle çiçekli, ağaçlı, yapraklı, dallı olmalı benim nevresim takımlarım. Trigonometri sorularında kalması gereken üçgenleri, mühendislik tasarım kağıtlarından fırlamış kareleri, hatta yuvarlak içiçe geçmiş daireleri bile istemem ben uyurken. Uyku beni rüyanın ağacına çağırmalı, tasarlanmış değil, yapılmış değil, varolan, çevremde olduğu gibi görülmeyi, sevilmeyi ve kabul edilmeyi bekleyen, isteyen doğa ve dünya olmalı yorganımın beni saran sıcaklığının motiflerinde.

Ciğerci kedisi gibi çeyiz dükkanlarının önünde durmam, içeriye girip nevresim takımlarına bakmam, dizi izlerken bile nerede bir yatak odası gösterseler, yatağın üzerinde oturmuş hain planlar yapan filmin sinsi kadınını ya da oturmuş ağlayan masum prenses başrolünü elimin tersiyle gözümün ucuna itip nevresime odaklanmam bu yüzden. Her ne kadar geceleri sevsem de, geceleri yazmayı, müzik dinlemeyi, yıldızlara bakmayı sevsem de, geceleri öğrenmeye harcadığım ve değip değmediğinden emin olamadığım o emeklerin yerine koyabileceğim uykudur benim için nevresim takımları. 

Rüyamda saat geceyarısı 12yi vurmuş ve ben yatağıma yatıp uyumuşum.

26 Ekim 2014 Pazar

Mehmet Pişkin'in düşündürdükleri



Bugünlerde çok popüler olan, hepimizin duygularını, aklını karıştıran, izleyen herkesi şu ya da bu şekilde etkileyen bir video var. Bir genç adam, kendini çok güzel ifade edebilen, derdini çok iyi çözümlemiş bir genç adam yaşamına neden son vermek istediğini anlatıyor. 

Sosyal medya çalkalanıyor. İntihar girişiminde maalesef sonuca ulaşan Mehmet bir anda herkes için başka birşeyin sembolü oluveriyor, fakat Mehmet'in ardından ona üzülenlerin yazdığı onlarca mesajda karşıma çıkan bir ortak nokta var. Mehmet'in kendini öldürmeden hemen önce söyledikleri, tavrı, gülümsemesi, öfkeli olmayışı, sakinliği, kimseye kızmayışı, isyan etmeyişi baş tacı edilmiş, Mehmet'i bir anda ve hem de artık kendisi için çok geç bir anda  'cool' bir rol model yapmış. 

Mehmet'in videosunu ben de izledim. Hayatını çok özet ve geniş bir çerçeveyle anlattı, kendisini intihar fikrine iten sebeplere 'bardağı taşıran son damlalar' dedi, ama intiharından bu damlaları sorumlu tutmanın haksızlık olacağını söyledi. 'Bardak zaten doluydu, taşıyordu.' dedi. 'Bazı insanlar intihara daha eğilimli oluyor.' dedi ve kimseye doğrultmak istemediği parmağını bir anlamda kendi genlerine doğrulttu. Ama şunları da söyledi, nezaketi, inceliği çok önemsediğini, bunun artık bir yük olmaya başladığını ve bir şeyleri yeniden inşa etmeye, değişmeyi denemeye gücü olmadığını.

Bugün etrafımıza örümcek ağı gibi örülen, bizi fabrikalarda, plazalarda, AVMlerde pazarlama çılgınlığının hedefi ve kölesi olacağız diye başka birer insana dönüştüren sistemin bizden talepleri vardı. Öfkemizi kendimize saklamak, başımıza gelen herşeyden kendimizi sorumlu tutmak, hayatı, gidişatını sorgulamamak, yaşamak için 'güçlü' olmak, başımıza gelenlerden etkilenmemek, duygularımızla işimizi karıştırmamak, gitgide ruhumuzu unutmak ve en nihayetinde eğer dönüşemiyorsak elbette ki bu bizim problemimiz olduğu için başımızın çaresine bakmak. Mehmet 'dönüşemediğini' söylüyordu özetle, bunu söylerken öfkesini, kızgınlığını, hayalkırıklıklarını kendine saklayarak. Mehmet'in daha önce adını bile duymamış birçok ardından üzüleni işte bu noktada alkış tuttular ona. 

Tehlikenin farkında mısınız? Mehmet'i tam da bu övüp, yere göğe sığdıramadığımız özellikleri öldürdü. Mehmet'i ve depresyonunu kendi kendine yasayan, dışarıya gülümseyen, herşey yolunda diyen ve intiharına şaşırılan 'keske bilseydim' denilen birçok insanı sessizlikleri öldürdü.

Biz gitgide neye dönüşüyoruz? Niye dönüşüyoruz? Yaşamak, hayatta kalmak için neden dönüşmek zorundayız? Neden artık sabah işe gittiğimizde, bir gece önce 40 derece ateşli çocuğumuzun başında hiç uyumamış bile olsak, sevdiğimiz bir insanın ölüm haberini almış bile olsak, eşimizle hiç etmediğimiz kadar şiddetli bir kavga etmiş de olsak, aklımızda binbir türlü problemimiz de olsa, dünyanın en mutlu insanı bizmişiz gibi 'ben problemsizim, çöpsüz çekirdeksiz üzüm gibiyim' rolü yapmak zorundayız? Yahu biz insan değil miydik? İnsan dediğin dünyaya ağlayarak gelen bir canlı değil miydi? Doğduktan hemen sonra gülen bebekler vardı  ve hayatın en başarılı, en sevilen, en mutlu insanı olmaya doğuştan hazırdılar da biz mi onlardan olamadık? İnsanın güçlü anları, yanları olduğu kadar, düştüğü anları, korkuları, mutsuzlukları, endişeleri vardır. Biz ne zaman duygularımızı kendimizi zorlarcasına hep ibrenin mutlu tarafına doğru seçer olduk ve problemleri yok saymayı, bastırmayı kutsar olduk? Bir zamanlar buna arsızlık denirdi, arsızlar, gamsızlar sevilmezdi. Ne oldu?

Mutluluğun şartlardan çok beceri işi olduğuna inananlardanım ve çok küçük şeylerle mutlu olabilen gayet klişe bir insanım. Fakat şunu asla görmezden gelemem, bu çağın hayatı, özellikle haddinden fazla talepkar, insanın insani özelliklerini yok saymaya yönelik iş hayatı, 'hayatında ne olup biterse bitsin, bunu işine yansıtma, lütfen bizim haberimiz olmasın'ı beynimize kazıyan işveren ve saz arkadaşları artık insan değil robot istiyorlar. 

Mehmet işini seviyordu ya da sevmiyordu demiyorum, Çalışandi, işverendi, sebep işiydi değildi, bunu bilmiyorum. Söylediğim bu çağın alışkanlıklarının bize, insan ruhuna ve bedenine fazla geldiği. Ve sistemin yine büyük bir başarıyla bizden bunu kendimize saklamamızı istediği. 

Herkes kendi derdiyle o kadar dolu ki, bir başkasının sıkıntısını dinlemek, ona kendinde bir yer açmak istemiyor. Çünkü üzülen insan, zayıf yönlerini sergileyen insan sistemin başarılı toplum mühendisliği çalışmaları sayesinde gözümüzde bir 'ucube'ye indirgendi. Hepimiz, her an, iş görüşmelerinde sergilediğimiz 'aman da ne pozitifmiş' tavrımızla pırıl pırıl parlamak durumundayız.

Eski meslektaşım olduğunu öğrendiğim yeni iş arkadaşıma eski çalışmalarını neden bıraktığını sordum, 'çünkü çok seviyordum işimi, birşeyi çok seversen bırakmak zorundasın' dedi. İş görüşmelerine hazırladığı bir cevaptı bu, siz ne kadar inandıysanız ben de o kadar inandım.  

21. yüzyil bizleri hastalanmayan, yaşlanmayan, yorulmayan, üzülmeyen, her şarta ve koşula dayanıklı, işini herşeyin önünde tutan,  işinin dışında bir hayat yaşamayi istemeyen, örneğin evlenmek istemeyen, çocuk istemeyen süper kahramanlara evriltmeye çalıştıkça, yorulacağız ve kendimize saklayacağız. Emekli primlerimiz artıp, emekli maaşları gitgide düştükçe, tam ortasında debelendiğimiz halde göremediğimiz bir örümcek ağı gibi dört bir tarafımıza yapışmış global ticaretin ilişkileri ve doymak bilmez istekleri nedeni ile her geçen gün insanın hayatını daha da zora sokan yasalar çıktıkça, dünyanın dört bir yanında, yaşamak zorlaştıkça, ev almak, çocuğuna birşeyler bırakmak, bildiğin domatesi bildigin pazarda bulmak lüks yaşam haline geldikçe üzüleceğiz ve kendimize saklayacağız. 

Bu böyle nereye kadar gider bunu bilmiyorum ama robotların dünyayı ele geçireceği günü heyecanla bekliyorum. Hiç olmazsa insan insanlığını bilir, robot robotluğunu.

25 Ekim 2014 Cumartesi

Kapıyı Aç...




Kapkaranlık bir uykuydu. Beni bu evrenden alıp başka bir tarafa götürmüş gibi. Uykunun kendisiydi gece. 

Tek bir yıldız eşlik etmemiş gibiydi o geceye. Sanki ayın karanlık yüzünde faili meçhul bir tuzağa düşmüş ve geri gelmiştim. Hatırasız, rüyasız, bedensiz bir geceden uyanmıştım. 

Uyumadan önce o gün tahlil için gittiğim laboratuarda verdikleri ilacı tembih edildiği gibi gece saat tam 11de içmiş sonra da tam olarak neyin araştırıldığını merak etmiştim. Google'da kısa bir araştırma sonrası önüme Cushion sendromundan kanser başlangıcına kadar çok iç açıcı olmayan bir tablo çıkmıştı. Ölüm beni korkutmazdı genelde, ama bir film şeridinden bahseder dururlar, o gece o filmi gördüm. 

Sonra uyudum. Hiç yaşamamış gibi. Öncem hiç yokmuş gibi. Uyandığımda hissettiğim tam da buydu, yaşamamış olmak. Onca şey yapmış, okullara gitmiş, mezuniyetlere hak kazanmış, bir yerlerde değeri sınav kağıtlarında biçilmiş, üç saatlik sınavlarla geleceğine karar verilmiş, hayatın talep ettiklerinin yanında elbette kendine de zaman ayırmış, gülmüş, eğlenmiş, filmler izlemiş, kalplere dokunmuş, herkes gibi yaşamış gitmiştim. Ama yapmayı en tutkuyla istediğim şeyi yapmamış olduğum için, hep ertelemiş olduğum için, hep başka hep daha güzel, daha uygun bir zamana bırakmış olduğum için, bazen günümün 24 saatinin ille de baş köşesini alması gerekenlerinin tuttuğu ipleri koparıp gelen sözcükleri de çekmecemde sakladığım için kendimi hiç yaşamamış gibi hissettim. Tutuk bir yaşamın olmasa da olur bir parçasıydım işte şimdi. Aslında bedenimde ters giden her neyse ondan değil pişmanlıktan ölmem gerekirdi. Evet, pişmanlıktan hemen o anda ölmek ve dünyaya yeniden gelmek istedim. 

O sabah, gözümü açtığımda ne başım ağrıdı, ne böbreğim çıldırdı, ne saç diplerim kaşındı, Schrödinger kedisi gibi ne vardım ne yoktum. Gözümü açtığımda bedenim değildi ağrıyan, kalemimdi. 

O gün soluğu doktorda aldım. Ağır üşütmüş olarak gittiğim zamanlarda evde kalmamı istediği halde, toplantılarımı, işimin yoğunluğunu anlatıp rapor yazmasını istemediğim doktorum, artık ben 'ama işim...' demeden 'dünyayı siz kurtarmayacaksınız K.A. hanım!' diyordu peşin peşin. Daha derdimi anlatmadan biraz dinlenmemi istiyordu. 'Biliyorum' dedim bu kez, konuşmak istediğimi söyledim. Google'da gördüklerimi anlattım, korkumu anlattım. Önce korkulacak birşey olmadığını söyledi, arkasından her zaman önerdiği 'hamile kalma' meselesine geldi. Yine planlardan, kariyerden falan bahsettim, bir gece öncesini tekrar yaşaya yaşaya, bu kez ezber gibi çıktı ağzımdan herşey. Çok kısa bir süre sonra hayatın bana sunduğu en güzel hediye oğlum dünyaya geldi, bu kez yazmayı onun için erteledim. 

Orhan Pamuk'un yaptığı gibi 'başka herşeyi bırakıp yazmak' acaba nasıl birşeydir çok merak ettim.
Radyoloji uzmanlığı yaparken tekrar tıpta uzmanlık sınavlarına girip kardiyoloji uzmanlığı yapmaya hak kazanmak isteyen, bunu da kendini insanın isterse gece üç saat uykuyla yetinebileceğine inandırarak başaran ve şimdi kardiyolog bir doktor arkadaşımın kendini üç saatlik uykuya tam olarak nasıl ikna ettiğini çok merak ettim. 
Profesyonel iş hayatının yanına basketbol, NBA liglerini kaçırmamak, radyo DJliği, web tasarımcılığı ve haftanın üç günü arkadaşlarıyla muhabbeti günde sadece 3 saat uyuyarak sığdırabilen başka bir arkadaşım olunca, işin sırrının '3 saat' olup olmadığını çok merak ettim. 
Benim yapabileceğim bir şey değildi bu, ama merak ettim. (Nevresim takımları ile ilgili takıntımdan bahsederken konuya geleceğiz.)
Meslektaşlarımın içinden onlarca bilinen, sevilen, sözcüklerine aşık olduğum yazar çıkmıştı, onların yolculuklarını çok merak ettim.

Merak kediyi öldürür derler ya, merak değil yazmamak öldürüyordu beni.

'Yazmasaydım deli olacaktım' diyor ya usta, kalemi eline aldığında sözcüklerle arasında taa evrenin başlangıcından da öncesinden gelen bir bağ varmış gibi hisseden herkes der ya, 'yazmasaydım ölecektim' , benim de böyle başlamama izin verin. 

Kalemim çok ağrıyordu ve yazmasaydım ölecektim.