Hepimiz kandırılıyoruz ama bazılarımız inatla ve ömür boyu
kandırılabiliyoruz. Ben onlardanım.
Buna kanaat getirdikten sonra önümde iki seçenek vardı, ya
kendimi yenileyecek ve evrimin gidişatına uyum sağlayacaktım ya da kendimden
taviz vermeden ağızdan çıkan sözlere gereğinden fazla değer vermeyecektim. Ya
ben de onlar gibi güçlü olacak ve ufak tefek yalanları hayatın gerçekleri
sayacaktım ya da her seferinde kendime bir daha inanmayacağıma, bunun son
olduğuna, temkinli olacağıma dair verdiğim sözleri derhal uygulamaya
koyacaktım.
Çocukken inandığım en korkunç yalan dayımın eşinin elindeki
kepçeyi bize 'beyin oyacağı' diye tanıtmasıydı. Evet, tahmin edeceğiniz gibi
beyin oyacağı yaramaz çocukların beynini oymaya yarıyordu. Tabii, çorba ya da
sulu yemek çocukların yemek için sabırsızlanıp başında beklediği yiyeceklerden
olmadığından bizim kepçeyi gerçek işlevini icra ederken görmedik, inandık, o bir
beyin oyacağıydı.
Bu saflık hali, söyleneni söylediği gibi anlama hali,
söyleneni mutlak gerçek yerine koyma hali çocuklukla kalsa iyi, fakat ileriki
yaşlarda da devam ettiğine göre bizim gibilerde bir terslik (ya da bir
doğruluk) olmalı. Yalnız değilim biliyorum. Biz, bir güruh, söylenen herşeye
inanan, sonra pişman olan, sonra bir daha inanan, kendi içinde bitmez tükenmez
'salağım-değilim' tartışmalarına giren, hatta kimin doğru söylediğini anlamak
için papatya falı bakan biz, kendimizdeki tersliğin ne olduğunu bilmiyoruz,
zaman zaman salak olduğumuzu düşünüyoruz biliyorum.
Çocuk kandırır gibi kandırıyorlar bizi, çünkü biz hala bir
parça çocuğuz. İtiraf edin, hepimiz çocuklarla oynamaya bayılıyoruz, çizgi film
izlemeye bayılıyoruz, bir sabah işe giderken promosyon ajanslarından birinin
yola koyduğu kocaman reklam robotunu görünce 'Voltran gördüm oleeey' diye bütün
gün neşelenmeye bayılıyoruz.
Biz hala iş arkadaşlarımızla, takım ruhunun övülüp övülüp
göklere çıkarıldığı gökdelenlerde Voltran'ı oluşturacağımızı sanırken,
Voltran'ın sağ kolunun sol koluna kazık attığı, kafanın İskeletor'a dönüşüp
kopup kendi başına hareket ettiği ortamları kabullenmekte zorlanızoruz. Çünkü
arka planımızda Orko hala 'paylaşmanın ve arkadaşlığın' meziyetlerini
anlatıyor.
Bizler her seferinde 'Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek
yermiş.' atasözünü ilkokul kompozisyonlarından çıkarıp, söyleyenin bir bildiği
varmış diye canımız yana yana üfleme provaları yapıyoruz.
Dünya bizim elma şekerimizdi, artık büyümüştük, yemeğimizi
yedikten sonra hakettiğimiz elma şekerlerimizin tadı hala damağımızdaydı, belki
bundandır avuçlarımıza konulan her acı kırmızı biberi elma şekeri diye yutmaya
hazır oluşumuz.
Kendi adıma uyanık olmaya harcadığım enerjiyi toplayabilmek
için günde 10 saat uyumam gerekiyor, ince hesaplara benim de kafam çalışsın
diye kafamı önümde duran ama görmediğim kalın duvarlara çarpıyorum.
Kandırmak ve kandırılmak yeteneği evrim sürecine dahil
birşey bence. Ya da direk iyi ya da kötü şeklinde yaratılmışlar var da
diyebilirsiniz. İnsan sütten bunca ağzı yanmasına, yoğurdu üflemesine ve aldığı
tüm tedbirlere rağmen kandırılmaya devam ediyorsa, ya evrim kandıran genine bir
güzellik yapmıştır ya da kandırılanın sözlerle büyülü bir bağı vardır, artık
kimsenin sözlere, sözcüklere ihanetle açtığı yarayı değil, kaleminin ağrısını
dinlemelidir.
Ağzımızı yaktıkları sütleri içmemeye yemin etmiştik.
Derken buzlu yoğurdu icat ettiler!