Kapkaranlık bir
uykuydu. Beni bu evrenden alıp başka bir tarafa götürmüş gibi. Uykunun
kendisiydi gece.
Tek bir yıldız eşlik etmemiş gibiydi o geceye. Sanki ayın
karanlık yüzünde faili meçhul bir tuzağa düşmüş ve geri gelmiştim. Hatırasız,
rüyasız, bedensiz bir geceden uyanmıştım.
Uyumadan önce o
gün tahlil için gittiğim laboratuarda verdikleri ilacı tembih edildiği gibi
gece saat tam 11de içmiş sonra da tam olarak neyin araştırıldığını merak etmiştim.
Google'da kısa bir araştırma sonrası önüme Cushion sendromundan kanser
başlangıcına kadar çok iç açıcı olmayan bir tablo çıkmıştı. Ölüm beni
korkutmazdı genelde, ama bir film şeridinden bahseder dururlar, o gece o filmi
gördüm.
Sonra uyudum. Hiç
yaşamamış gibi. Öncem hiç yokmuş gibi. Uyandığımda hissettiğim tam da buydu,
yaşamamış olmak. Onca şey yapmış, okullara gitmiş, mezuniyetlere hak kazanmış,
bir yerlerde değeri sınav kağıtlarında biçilmiş, üç saatlik sınavlarla
geleceğine karar verilmiş, hayatın talep ettiklerinin yanında elbette kendine
de zaman ayırmış, gülmüş, eğlenmiş, filmler izlemiş, kalplere dokunmuş, herkes
gibi yaşamış gitmiştim. Ama yapmayı en tutkuyla istediğim şeyi yapmamış olduğum
için, hep ertelemiş olduğum için, hep başka hep daha güzel, daha uygun bir
zamana bırakmış olduğum için, bazen günümün 24 saatinin ille de baş köşesini alması
gerekenlerinin tuttuğu ipleri koparıp gelen sözcükleri de çekmecemde sakladığım
için kendimi hiç yaşamamış gibi hissettim. Tutuk bir yaşamın olmasa da olur bir
parçasıydım işte şimdi. Aslında bedenimde ters giden her neyse ondan değil
pişmanlıktan ölmem gerekirdi. Evet, pişmanlıktan hemen o anda ölmek ve dünyaya
yeniden gelmek istedim.
O sabah, gözümü
açtığımda ne başım ağrıdı, ne böbreğim çıldırdı, ne saç diplerim kaşındı,
Schrödinger kedisi gibi ne vardım ne yoktum. Gözümü açtığımda bedenim değildi
ağrıyan, kalemimdi.
O gün soluğu doktorda aldım. Ağır üşütmüş olarak gittiğim
zamanlarda evde kalmamı istediği halde, toplantılarımı, işimin yoğunluğunu
anlatıp rapor yazmasını istemediğim doktorum, artık ben 'ama işim...' demeden
'dünyayı siz kurtarmayacaksınız K.A. hanım!' diyordu peşin peşin. Daha derdimi
anlatmadan biraz dinlenmemi istiyordu. 'Biliyorum' dedim bu kez, konuşmak
istediğimi söyledim. Google'da gördüklerimi anlattım, korkumu anlattım. Önce
korkulacak birşey olmadığını söyledi, arkasından her zaman önerdiği 'hamile
kalma' meselesine geldi. Yine planlardan, kariyerden falan bahsettim, bir gece
öncesini tekrar yaşaya yaşaya, bu kez ezber gibi çıktı ağzımdan herşey. Çok kısa
bir süre sonra hayatın bana sunduğu en güzel hediye oğlum dünyaya geldi, bu kez
yazmayı onun için erteledim.
Orhan Pamuk'un yaptığı gibi 'başka herşeyi bırakıp yazmak'
acaba nasıl birşeydir çok merak ettim.
Radyoloji uzmanlığı yaparken tekrar tıpta uzmanlık sınavlarına
girip kardiyoloji uzmanlığı yapmaya hak kazanmak isteyen, bunu da kendini insanın
isterse gece üç saat uykuyla yetinebileceğine inandırarak başaran ve şimdi
kardiyolog bir doktor arkadaşımın kendini üç saatlik uykuya tam olarak nasıl
ikna ettiğini çok merak ettim.
Profesyonel iş hayatının yanına basketbol, NBA
liglerini kaçırmamak, radyo DJliği, web tasarımcılığı ve haftanın üç günü
arkadaşlarıyla muhabbeti günde sadece 3 saat uyuyarak sığdırabilen başka bir
arkadaşım olunca, işin sırrının '3 saat' olup olmadığını çok merak ettim.
Benim
yapabileceğim bir şey değildi bu, ama merak ettim. (Nevresim takımları ile
ilgili takıntımdan bahsederken konuya geleceğiz.)
Meslektaşlarımın içinden onlarca bilinen, sevilen,
sözcüklerine aşık olduğum yazar çıkmıştı, onların yolculuklarını çok merak
ettim.
Merak kediyi öldürür derler ya, merak değil yazmamak
öldürüyordu beni.
'Yazmasaydım deli olacaktım' diyor ya usta, kalemi eline aldığında
sözcüklerle arasında taa evrenin başlangıcından da öncesinden gelen bir bağ
varmış gibi hisseden herkes der ya, 'yazmasaydım ölecektim' , benim de böyle
başlamama izin verin.
Kalemim çok ağrıyordu ve yazmasaydım ölecektim.
0 yorum:
Yorum Gönder