25 Ekim 2014 Cumartesi

Kapıyı Aç...




Kapkaranlık bir uykuydu. Beni bu evrenden alıp başka bir tarafa götürmüş gibi. Uykunun kendisiydi gece. 

Tek bir yıldız eşlik etmemiş gibiydi o geceye. Sanki ayın karanlık yüzünde faili meçhul bir tuzağa düşmüş ve geri gelmiştim. Hatırasız, rüyasız, bedensiz bir geceden uyanmıştım. 

Uyumadan önce o gün tahlil için gittiğim laboratuarda verdikleri ilacı tembih edildiği gibi gece saat tam 11de içmiş sonra da tam olarak neyin araştırıldığını merak etmiştim. Google'da kısa bir araştırma sonrası önüme Cushion sendromundan kanser başlangıcına kadar çok iç açıcı olmayan bir tablo çıkmıştı. Ölüm beni korkutmazdı genelde, ama bir film şeridinden bahseder dururlar, o gece o filmi gördüm. 

Sonra uyudum. Hiç yaşamamış gibi. Öncem hiç yokmuş gibi. Uyandığımda hissettiğim tam da buydu, yaşamamış olmak. Onca şey yapmış, okullara gitmiş, mezuniyetlere hak kazanmış, bir yerlerde değeri sınav kağıtlarında biçilmiş, üç saatlik sınavlarla geleceğine karar verilmiş, hayatın talep ettiklerinin yanında elbette kendine de zaman ayırmış, gülmüş, eğlenmiş, filmler izlemiş, kalplere dokunmuş, herkes gibi yaşamış gitmiştim. Ama yapmayı en tutkuyla istediğim şeyi yapmamış olduğum için, hep ertelemiş olduğum için, hep başka hep daha güzel, daha uygun bir zamana bırakmış olduğum için, bazen günümün 24 saatinin ille de baş köşesini alması gerekenlerinin tuttuğu ipleri koparıp gelen sözcükleri de çekmecemde sakladığım için kendimi hiç yaşamamış gibi hissettim. Tutuk bir yaşamın olmasa da olur bir parçasıydım işte şimdi. Aslında bedenimde ters giden her neyse ondan değil pişmanlıktan ölmem gerekirdi. Evet, pişmanlıktan hemen o anda ölmek ve dünyaya yeniden gelmek istedim. 

O sabah, gözümü açtığımda ne başım ağrıdı, ne böbreğim çıldırdı, ne saç diplerim kaşındı, Schrödinger kedisi gibi ne vardım ne yoktum. Gözümü açtığımda bedenim değildi ağrıyan, kalemimdi. 

O gün soluğu doktorda aldım. Ağır üşütmüş olarak gittiğim zamanlarda evde kalmamı istediği halde, toplantılarımı, işimin yoğunluğunu anlatıp rapor yazmasını istemediğim doktorum, artık ben 'ama işim...' demeden 'dünyayı siz kurtarmayacaksınız K.A. hanım!' diyordu peşin peşin. Daha derdimi anlatmadan biraz dinlenmemi istiyordu. 'Biliyorum' dedim bu kez, konuşmak istediğimi söyledim. Google'da gördüklerimi anlattım, korkumu anlattım. Önce korkulacak birşey olmadığını söyledi, arkasından her zaman önerdiği 'hamile kalma' meselesine geldi. Yine planlardan, kariyerden falan bahsettim, bir gece öncesini tekrar yaşaya yaşaya, bu kez ezber gibi çıktı ağzımdan herşey. Çok kısa bir süre sonra hayatın bana sunduğu en güzel hediye oğlum dünyaya geldi, bu kez yazmayı onun için erteledim. 

Orhan Pamuk'un yaptığı gibi 'başka herşeyi bırakıp yazmak' acaba nasıl birşeydir çok merak ettim.
Radyoloji uzmanlığı yaparken tekrar tıpta uzmanlık sınavlarına girip kardiyoloji uzmanlığı yapmaya hak kazanmak isteyen, bunu da kendini insanın isterse gece üç saat uykuyla yetinebileceğine inandırarak başaran ve şimdi kardiyolog bir doktor arkadaşımın kendini üç saatlik uykuya tam olarak nasıl ikna ettiğini çok merak ettim. 
Profesyonel iş hayatının yanına basketbol, NBA liglerini kaçırmamak, radyo DJliği, web tasarımcılığı ve haftanın üç günü arkadaşlarıyla muhabbeti günde sadece 3 saat uyuyarak sığdırabilen başka bir arkadaşım olunca, işin sırrının '3 saat' olup olmadığını çok merak ettim. 
Benim yapabileceğim bir şey değildi bu, ama merak ettim. (Nevresim takımları ile ilgili takıntımdan bahsederken konuya geleceğiz.)
Meslektaşlarımın içinden onlarca bilinen, sevilen, sözcüklerine aşık olduğum yazar çıkmıştı, onların yolculuklarını çok merak ettim.

Merak kediyi öldürür derler ya, merak değil yazmamak öldürüyordu beni.

'Yazmasaydım deli olacaktım' diyor ya usta, kalemi eline aldığında sözcüklerle arasında taa evrenin başlangıcından da öncesinden gelen bir bağ varmış gibi hisseden herkes der ya, 'yazmasaydım ölecektim' , benim de böyle başlamama izin verin. 

Kalemim çok ağrıyordu ve yazmasaydım ölecektim.

0 yorum:

Yorum Gönder