26 Ekim 2014 Pazar

Mehmet Pişkin'in düşündürdükleri



Bugünlerde çok popüler olan, hepimizin duygularını, aklını karıştıran, izleyen herkesi şu ya da bu şekilde etkileyen bir video var. Bir genç adam, kendini çok güzel ifade edebilen, derdini çok iyi çözümlemiş bir genç adam yaşamına neden son vermek istediğini anlatıyor. 

Sosyal medya çalkalanıyor. İntihar girişiminde maalesef sonuca ulaşan Mehmet bir anda herkes için başka birşeyin sembolü oluveriyor, fakat Mehmet'in ardından ona üzülenlerin yazdığı onlarca mesajda karşıma çıkan bir ortak nokta var. Mehmet'in kendini öldürmeden hemen önce söyledikleri, tavrı, gülümsemesi, öfkeli olmayışı, sakinliği, kimseye kızmayışı, isyan etmeyişi baş tacı edilmiş, Mehmet'i bir anda ve hem de artık kendisi için çok geç bir anda  'cool' bir rol model yapmış. 

Mehmet'in videosunu ben de izledim. Hayatını çok özet ve geniş bir çerçeveyle anlattı, kendisini intihar fikrine iten sebeplere 'bardağı taşıran son damlalar' dedi, ama intiharından bu damlaları sorumlu tutmanın haksızlık olacağını söyledi. 'Bardak zaten doluydu, taşıyordu.' dedi. 'Bazı insanlar intihara daha eğilimli oluyor.' dedi ve kimseye doğrultmak istemediği parmağını bir anlamda kendi genlerine doğrulttu. Ama şunları da söyledi, nezaketi, inceliği çok önemsediğini, bunun artık bir yük olmaya başladığını ve bir şeyleri yeniden inşa etmeye, değişmeyi denemeye gücü olmadığını.

Bugün etrafımıza örümcek ağı gibi örülen, bizi fabrikalarda, plazalarda, AVMlerde pazarlama çılgınlığının hedefi ve kölesi olacağız diye başka birer insana dönüştüren sistemin bizden talepleri vardı. Öfkemizi kendimize saklamak, başımıza gelen herşeyden kendimizi sorumlu tutmak, hayatı, gidişatını sorgulamamak, yaşamak için 'güçlü' olmak, başımıza gelenlerden etkilenmemek, duygularımızla işimizi karıştırmamak, gitgide ruhumuzu unutmak ve en nihayetinde eğer dönüşemiyorsak elbette ki bu bizim problemimiz olduğu için başımızın çaresine bakmak. Mehmet 'dönüşemediğini' söylüyordu özetle, bunu söylerken öfkesini, kızgınlığını, hayalkırıklıklarını kendine saklayarak. Mehmet'in daha önce adını bile duymamış birçok ardından üzüleni işte bu noktada alkış tuttular ona. 

Tehlikenin farkında mısınız? Mehmet'i tam da bu övüp, yere göğe sığdıramadığımız özellikleri öldürdü. Mehmet'i ve depresyonunu kendi kendine yasayan, dışarıya gülümseyen, herşey yolunda diyen ve intiharına şaşırılan 'keske bilseydim' denilen birçok insanı sessizlikleri öldürdü.

Biz gitgide neye dönüşüyoruz? Niye dönüşüyoruz? Yaşamak, hayatta kalmak için neden dönüşmek zorundayız? Neden artık sabah işe gittiğimizde, bir gece önce 40 derece ateşli çocuğumuzun başında hiç uyumamış bile olsak, sevdiğimiz bir insanın ölüm haberini almış bile olsak, eşimizle hiç etmediğimiz kadar şiddetli bir kavga etmiş de olsak, aklımızda binbir türlü problemimiz de olsa, dünyanın en mutlu insanı bizmişiz gibi 'ben problemsizim, çöpsüz çekirdeksiz üzüm gibiyim' rolü yapmak zorundayız? Yahu biz insan değil miydik? İnsan dediğin dünyaya ağlayarak gelen bir canlı değil miydi? Doğduktan hemen sonra gülen bebekler vardı  ve hayatın en başarılı, en sevilen, en mutlu insanı olmaya doğuştan hazırdılar da biz mi onlardan olamadık? İnsanın güçlü anları, yanları olduğu kadar, düştüğü anları, korkuları, mutsuzlukları, endişeleri vardır. Biz ne zaman duygularımızı kendimizi zorlarcasına hep ibrenin mutlu tarafına doğru seçer olduk ve problemleri yok saymayı, bastırmayı kutsar olduk? Bir zamanlar buna arsızlık denirdi, arsızlar, gamsızlar sevilmezdi. Ne oldu?

Mutluluğun şartlardan çok beceri işi olduğuna inananlardanım ve çok küçük şeylerle mutlu olabilen gayet klişe bir insanım. Fakat şunu asla görmezden gelemem, bu çağın hayatı, özellikle haddinden fazla talepkar, insanın insani özelliklerini yok saymaya yönelik iş hayatı, 'hayatında ne olup biterse bitsin, bunu işine yansıtma, lütfen bizim haberimiz olmasın'ı beynimize kazıyan işveren ve saz arkadaşları artık insan değil robot istiyorlar. 

Mehmet işini seviyordu ya da sevmiyordu demiyorum, Çalışandi, işverendi, sebep işiydi değildi, bunu bilmiyorum. Söylediğim bu çağın alışkanlıklarının bize, insan ruhuna ve bedenine fazla geldiği. Ve sistemin yine büyük bir başarıyla bizden bunu kendimize saklamamızı istediği. 

Herkes kendi derdiyle o kadar dolu ki, bir başkasının sıkıntısını dinlemek, ona kendinde bir yer açmak istemiyor. Çünkü üzülen insan, zayıf yönlerini sergileyen insan sistemin başarılı toplum mühendisliği çalışmaları sayesinde gözümüzde bir 'ucube'ye indirgendi. Hepimiz, her an, iş görüşmelerinde sergilediğimiz 'aman da ne pozitifmiş' tavrımızla pırıl pırıl parlamak durumundayız.

Eski meslektaşım olduğunu öğrendiğim yeni iş arkadaşıma eski çalışmalarını neden bıraktığını sordum, 'çünkü çok seviyordum işimi, birşeyi çok seversen bırakmak zorundasın' dedi. İş görüşmelerine hazırladığı bir cevaptı bu, siz ne kadar inandıysanız ben de o kadar inandım.  

21. yüzyil bizleri hastalanmayan, yaşlanmayan, yorulmayan, üzülmeyen, her şarta ve koşula dayanıklı, işini herşeyin önünde tutan,  işinin dışında bir hayat yaşamayi istemeyen, örneğin evlenmek istemeyen, çocuk istemeyen süper kahramanlara evriltmeye çalıştıkça, yorulacağız ve kendimize saklayacağız. Emekli primlerimiz artıp, emekli maaşları gitgide düştükçe, tam ortasında debelendiğimiz halde göremediğimiz bir örümcek ağı gibi dört bir tarafımıza yapışmış global ticaretin ilişkileri ve doymak bilmez istekleri nedeni ile her geçen gün insanın hayatını daha da zora sokan yasalar çıktıkça, dünyanın dört bir yanında, yaşamak zorlaştıkça, ev almak, çocuğuna birşeyler bırakmak, bildiğin domatesi bildigin pazarda bulmak lüks yaşam haline geldikçe üzüleceğiz ve kendimize saklayacağız. 

Bu böyle nereye kadar gider bunu bilmiyorum ama robotların dünyayı ele geçireceği günü heyecanla bekliyorum. Hiç olmazsa insan insanlığını bilir, robot robotluğunu.

25 Ekim 2014 Cumartesi

Kapıyı Aç...




Kapkaranlık bir uykuydu. Beni bu evrenden alıp başka bir tarafa götürmüş gibi. Uykunun kendisiydi gece. 

Tek bir yıldız eşlik etmemiş gibiydi o geceye. Sanki ayın karanlık yüzünde faili meçhul bir tuzağa düşmüş ve geri gelmiştim. Hatırasız, rüyasız, bedensiz bir geceden uyanmıştım. 

Uyumadan önce o gün tahlil için gittiğim laboratuarda verdikleri ilacı tembih edildiği gibi gece saat tam 11de içmiş sonra da tam olarak neyin araştırıldığını merak etmiştim. Google'da kısa bir araştırma sonrası önüme Cushion sendromundan kanser başlangıcına kadar çok iç açıcı olmayan bir tablo çıkmıştı. Ölüm beni korkutmazdı genelde, ama bir film şeridinden bahseder dururlar, o gece o filmi gördüm. 

Sonra uyudum. Hiç yaşamamış gibi. Öncem hiç yokmuş gibi. Uyandığımda hissettiğim tam da buydu, yaşamamış olmak. Onca şey yapmış, okullara gitmiş, mezuniyetlere hak kazanmış, bir yerlerde değeri sınav kağıtlarında biçilmiş, üç saatlik sınavlarla geleceğine karar verilmiş, hayatın talep ettiklerinin yanında elbette kendine de zaman ayırmış, gülmüş, eğlenmiş, filmler izlemiş, kalplere dokunmuş, herkes gibi yaşamış gitmiştim. Ama yapmayı en tutkuyla istediğim şeyi yapmamış olduğum için, hep ertelemiş olduğum için, hep başka hep daha güzel, daha uygun bir zamana bırakmış olduğum için, bazen günümün 24 saatinin ille de baş köşesini alması gerekenlerinin tuttuğu ipleri koparıp gelen sözcükleri de çekmecemde sakladığım için kendimi hiç yaşamamış gibi hissettim. Tutuk bir yaşamın olmasa da olur bir parçasıydım işte şimdi. Aslında bedenimde ters giden her neyse ondan değil pişmanlıktan ölmem gerekirdi. Evet, pişmanlıktan hemen o anda ölmek ve dünyaya yeniden gelmek istedim. 

O sabah, gözümü açtığımda ne başım ağrıdı, ne böbreğim çıldırdı, ne saç diplerim kaşındı, Schrödinger kedisi gibi ne vardım ne yoktum. Gözümü açtığımda bedenim değildi ağrıyan, kalemimdi. 

O gün soluğu doktorda aldım. Ağır üşütmüş olarak gittiğim zamanlarda evde kalmamı istediği halde, toplantılarımı, işimin yoğunluğunu anlatıp rapor yazmasını istemediğim doktorum, artık ben 'ama işim...' demeden 'dünyayı siz kurtarmayacaksınız K.A. hanım!' diyordu peşin peşin. Daha derdimi anlatmadan biraz dinlenmemi istiyordu. 'Biliyorum' dedim bu kez, konuşmak istediğimi söyledim. Google'da gördüklerimi anlattım, korkumu anlattım. Önce korkulacak birşey olmadığını söyledi, arkasından her zaman önerdiği 'hamile kalma' meselesine geldi. Yine planlardan, kariyerden falan bahsettim, bir gece öncesini tekrar yaşaya yaşaya, bu kez ezber gibi çıktı ağzımdan herşey. Çok kısa bir süre sonra hayatın bana sunduğu en güzel hediye oğlum dünyaya geldi, bu kez yazmayı onun için erteledim. 

Orhan Pamuk'un yaptığı gibi 'başka herşeyi bırakıp yazmak' acaba nasıl birşeydir çok merak ettim.
Radyoloji uzmanlığı yaparken tekrar tıpta uzmanlık sınavlarına girip kardiyoloji uzmanlığı yapmaya hak kazanmak isteyen, bunu da kendini insanın isterse gece üç saat uykuyla yetinebileceğine inandırarak başaran ve şimdi kardiyolog bir doktor arkadaşımın kendini üç saatlik uykuya tam olarak nasıl ikna ettiğini çok merak ettim. 
Profesyonel iş hayatının yanına basketbol, NBA liglerini kaçırmamak, radyo DJliği, web tasarımcılığı ve haftanın üç günü arkadaşlarıyla muhabbeti günde sadece 3 saat uyuyarak sığdırabilen başka bir arkadaşım olunca, işin sırrının '3 saat' olup olmadığını çok merak ettim. 
Benim yapabileceğim bir şey değildi bu, ama merak ettim. (Nevresim takımları ile ilgili takıntımdan bahsederken konuya geleceğiz.)
Meslektaşlarımın içinden onlarca bilinen, sevilen, sözcüklerine aşık olduğum yazar çıkmıştı, onların yolculuklarını çok merak ettim.

Merak kediyi öldürür derler ya, merak değil yazmamak öldürüyordu beni.

'Yazmasaydım deli olacaktım' diyor ya usta, kalemi eline aldığında sözcüklerle arasında taa evrenin başlangıcından da öncesinden gelen bir bağ varmış gibi hisseden herkes der ya, 'yazmasaydım ölecektim' , benim de böyle başlamama izin verin. 

Kalemim çok ağrıyordu ve yazmasaydım ölecektim.